Tuesday, April 17, 2012

Patika


Bir yol. Dağlardan, orman içinden, su kenarlarından geçen dik, bazen düz, bazen taşlı, bazen camurlu yollar. Bu yollar eski köylerden, tarihi yerleşim alanlarından, müthiş manzaralar eşliğinde geçerek esrarengiz ve rahatlatıcı bir hava akımını başlatıyor. Bir yerlerde bu yollar, patikalar birleşiyor, ve sonra yine ayrılıyorlar. İşte bu yolların birleştiği noktalardan biride Faralya köyündeki Patika Merkezi.
Buranın nasıl bir yer olduğunu anlamak için internetten bakmak araştırmak yetmiyor, oraya gidip kendi gözlerinizle görüp, kendi bedeninizle tecrübe etmeniz gerekiyor. Orada kalarak, bahçede büyüyen doğal şifalı bitkilerin sayesinde hazırlanan yemeklerle, içeçeklerle, yogayla, manzarası, doğası, havası, insanları ve kesinlikle bu projenin ana damarı, kalbi olan Erol ile sohpetler ve belki ev yapımı şarapları sayesinde tam oracıkta oraya aşık olmak gerekiyor. Belki bu da yetmiyor, oradan bi ayrılmak gerekiyor, oranın değerini daha iyi anlayabilmek, özleyebilmek ve geri dönüş planları yaparak bu yola, Patika projesine katkıda bulunmak için.
Yağmurlu bir Salı günü varmıştım Patika’ya, Ölüdeniz, ve Kelebekler Vadisi manzaralı ve nefes kesen dar virajları olan dağ yollarından. Nisan ayında bahçe bayram ediyordu. Baharın gelmesiyle tüm ağaçlar yeşerirken, rengarenk çiçekler her yerden bana gülümsüyordu, aralardan fışkıran otlar, papatyalar kaplamıştı Patikanın kendi yollarını. O dönemdeki sevgili gönüllü çalışanlar, Meriz, Una ve Sandra’nın yardımlarıyla güzelim taş evime yerleştikten sonra açık Akdeniz manzarasına daldım. Erol günlük güzellik uykusundaydı:) Sonra uyandığında bahçenin turunu verdikten sonra hep beraber mis gibi yemekler yedik, Patika üzümlerinden ev yapımı şarabı içtik ve gece uykumuza daldık. Ertesi gün pırıl pırıldı. Güneş arada bi yüzünü gösteriyor, havayı ısıtıyordu. Bende çevreyi, bitkileri, dağları, manzaraları keşfetmekle meşgul buldum kendimi. Gönüllü çalışanları, köyden gelen yardımcılar, ustalar, Erol ve o ortamda yaşayan herkes tam bir doğal çevre oluşturarak doğayla uyumlu bir şekilde bahçe, yemek, ev yapımı, ev onarımı, vs. gibi işlerle uğraşıyorlardı. Permakültür. Yani permenant culture, süreklilik sağlayan bir çevre. Doğayla iç içe yaşayarak, ondan almakla kalmayıp, ona geri vererek. Tam anlamıyla geri dönüşüm uygulayarak.
Ben bu doğal oluşuma, Erol’a ve çevreye seyrekalmıştım. Çok yorgundum geldiğimde, İstanbul, şehir yorgunluğu vardı üzerimde. Konuşacak ne halim vardı ne de çok isteğim. Tam istediğim gibi izole, sessiz, sakin bir yere gelmiştim sonunda. Patika’nın akışına bırakıverdim kendimi, geri kalan herşeyi unutarak. Arada salata için otlar topladım, bahçenin çiçekleriyle masaları dekore ettim, mersin ağacının yaprağını keşfettim, ve çay yapımında kullandım, vs. yani bende ordan burdan ufak ufak bu çevrenin bir parçası olmuştum. Bazı günler ve bazı saatlerde çevrede olan işlerden dolayı elektrik kesintileri, ve su sorunları oluyordu, geceleri soğuktu, yani tam bir dağ köyü hayatı gibiydi. Geri kalan dünyadan tamamiyle kopmuştum, ve aslında bu durumdan memnundum. Bu hal bana çok iyi geldi. Zaten oradayken başka şeyleri insan nasıl düşünebilir bilemiyorum. Yapmam gereken Yoga Terapi eğitimi için ödevleri bile zar zor konsantre olarak tamamlayabildim. Tek isteğim sanki doğayı tüm duyularımla içime çekmek, kucaklamaktı; doğa ile bütünleşmek. Bir bebeği sever gibi sevdim doğayı, bu doğal çevreyi. Ormandan denize inen yolları keşfettim. Havlamayı pek seven şirin beyaz köpek ve şirin keçilerle, sürekli gülümseyen köylülerle karşılaştım. Diğer yolları, tarihi patikaları tam bulamadığımdan keşfetme şansım olmadı bu sefer. Patika’ya en yakın sahil denilebilinecek yer, hiç öyle düşündüğünüz gibi bir sahil değil. İlk gördüğümde gözlerime inanamadım. Böyle bir yer daha önce görmemiştim. Kalbim durdu sanki, nefesimi de tutmuş olmalıyım ki hafif esrarengiz ve ürkütücü görüntüsüyle bedenim bi yandan alarma geçerken bi yandan doğal oluşumun, renklerin verdiği uyumla beraber güzelliği de beni heyecandırmaya başladı. Tepeden bir kaç dakika bakakaldım kayalıkların içersindeki muhteşem doğanın bize sunduğu esrarengiz sahile. Ve sonra dik bir yamaçtan indim sahile. Ufak ama müthiş kristal kayalıklarla, çakıl taşlarıyla şekil almış, tam anlamıyla turquaz ve kirlenmemiş serin suların yer aldığı, krater görünümlü  bir sahil diyebiliriz. Su soğuktu ve mayom yoktu. Fakat ben bir şekilde o sulara kendimi bırakıverdim:) O kayaların, suyun, ormanın, etrafdaki kokuların, havanın şarhoşu oldum. Amerika’da yaşadığım yıllarda Boston şehirinden de arada bi uzaklaşmak için trenle gittiğim Rockport adındaki şirin ve kayalık bir kasabayı hatırlattı bu sahil bana. Rockport, yani taşlimanı anlamına gelen bu kasaba okyanus kenarında ve kayalıkların tepesinde şekillenmiş bir kasaba. Kayalıklardan müthiş açık okyanus manzarasına seyre kalırdım, taze yengeç ve sonrasında yaz ise ev yapımı dondurmalarından yiyip, kış ise zencefilli havuç corbası içip, ilginç taşlar, kristaller, vs gibi şeyler satan dükkanlarda gezip tazelenmiş olarak Boston’daki evime dönerdim. Fakat, Faralya köyündeki bu sahil çok daha güzeldi, ya da farklı bir güzelliği vardı diyelim. Rockport’u hatırlatsa bile ikisinin de kalbimde çok ayrı yerleri var.
Günler geçtikce ve yorgunluğumun yerini temiz hava, dinginlik, sakinlik aldıkca, ben sadece bulunduğum çevreyi gözlemlemekle kaldığımı fark ettim ve ayrılık vakti yakınlaşmaya başlamıştı. Son günümde o ufacık ama kayaların sayesinde müthiş enerjiye sahip olan sahilde güneşe karşı meditasyona oturdum. Kimsecikler yoktu, güneşin ısısı ve ayağıma kadar gelen dalgaların sesleri ve serinliği eşliğinde bir meditasyon. Yinede sanki hiç oradan ayrılmayacağım gibi hislerle, İstanbul’da beni bekleyen işler, öğrençilerim, müşterilerim, ailem, ve sorumlulukları tamamen unutarak devam ediyordum oradaki yaşamıma. Sanki İstanbul başka bir dünya, çok eskide kalan buğulu bir hayat gibi. Aslında, çok da yanlış değil. İstanbul’a geldiğimde şok içinde kendimi uzaya gitmiş falan gibi hissettim. Patika’da toplam 5 gün kalmıştım halbuki, beni oraya bağlamaya yetmiş demek ki. Daha önce yine Amerika’da yaşarken gittiğim Kripalu yoga merkezinden de 1 hafta sonrasında buna benzer hislerle ayrılmıştım. Ve daha 3 gün oldu İstanbul’a geleli, geldiğimden beri içimde bir hüzün kaplı. Şehir içinde, tanıdık ortamların içersinde çevreme alışıyor gibi oluyorum ama bi yandan da sanki burası benim ait olduğum yer değil. Üstelik Erol ile konuşmak istediğim bir sürü konu vardı, Patika’da öğrenmek istediğim, deneyimlemek istediğim bir sürü neler neler...ne oldu onlara? Sanki aklım durmuştu oradayken, ya da başka bir diyarlardaydım. Belki de Patika’daki yaşam ayaklarımı yerden kesti.

Aklım hala Patika’da, dağlarda, ormanlarda, kayalıklar içersindeki sahilde...nasıl geri dönmeli oraya acaba...



No comments:

Post a Comment